Bir kitapta sizi ilk etkileyen şey nedir? Bazı insanlar yazarı, bazı insanlar yayınevini seçer. Kimileri kitabın başlığından etkilenir, ancak çoğu insan kitabın kapak görseline bakarak ilk yargısına varır. Ben genelde muhtevasına göre kitaplarımı seçerim ancak bazı kitaplarda kapak tasarımlarından etkilenmemek mümkün olmuyor. Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor kitabı için bu etki bariz ortada. Kapağı gördüğüm anda vuruldum diyebilirim. Ressam Numan Noyan‘ın hazırladığı bu kapak insanı bambaşka diyarlara alıp götürüyor. Belki de Abdullah Kibritçi ağabeyin çöl maceralarını da takip ettiğim için bu kadar etkilenmiş olabilirim, ama o ateşin başında olmayı öyle çok istedim ki…
Abdullah Kibritçi ağabeyi Genç Dergi‘deki yazılarıyla tanıdım. Özellikle “Mutlu Evliliğin Sırları” başlıklı yazısına biz çok tebessüm etmiştik ancak bazı okuyucular Abdullah ağabeyin maksadını fark edemeyip isyan etmişlerdi. 🙂 Yine dergideki gezi yazıları da okurken hepimizi alıp götürüyordu uzak diyarlara… Abdullah ağabeyin gezilerinden aldığı notlar, gittiği yerlerde tanıştığı insanların hayat hikayeleriyle birleşerek bu kitabı meydana getirmiş.
Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor kitabında Haiti’den Arakan’a, Küba’dan Tanzanya’ya, Çad çöllerinden Afganistan’a, Makedonya’dan Ruanda’ya, Filipinler’den İstanbul’a, Yemen’den Suriye’ye dünyanın dört bir tarafından hatıralar var. Kimi hayat hikayeleri gözlerden yaş akıtırken kimileri insanın içini ısıtıyor. Çölün ıssızlığında kayboldum derken savaşın ortasında bombalardan kaçarken buluyorsunuz kendinizi…
Özellikle başta Suriyeli mülteciler olmak üzere tüm mülteciler hakkında “ne işleri var bizim ülkemizde, geri gitsinler” diye düşünenlerin mutlaka okuyup ibret alması gereken bir eser olmuş. Abdullah abinin insanların dünyada ne şartlar altında yaşadıklarına şahit olup da bize anlattıklarını okuyunca vicdanı olan bir insan sıcacık ve refah içinde yan gelip yattığı koltuktan ağzına geldiği gibi konuşamaz.
Anlatılan her hikaye apayrı bir dünya, hepsi birbirinden etkileyici. Ancak daha ilk hikaye beni çok sarstı, şok oldum. Devamındaki hikayelerde ise evlerinden, ailelerinden olan, bu dünyada yapayalnız kalmış çocukların başlarına gelenleri okudukça içim paramparça oldu. Kitapta Abdullah abinin sıkça vurguladığı gibi hayat çok garip…
Kitaptaki güzel bir detay ise bazı hikayelerin belgeselleştirilmiş ve izlenebilir olması. Örneğin Filipinler’den Bensey’in hikayesi Aile Olmak belgeselinin 1. bölümünde, Murayda’nın hikayesi ise 7. bölümde anlatılmış ve bu bilgi ilgili bölümün sonunda not olarak eklenmiş. Dolayısıyla okuduğumuz bazı hikayeleri hemen açıp izleme imkanımızın olması ayrı bir güzellik.
Kitaba dair söyleyebileceğim tek olumsuz taraf açıklamalı notlardı. Normalde notların dipnot şeklinde aynı sayfada verilmesi okuma açısında en verimli tercih. Bazı yayınevleri notları numaralandırarak kitabın en sonuna koyuyorlar, bu daha zor ama yine de okuyucu açısından idare eder. Ancak bu kitapta notlar “Meraklısına Notlar” başlığıyla en sonunda verilmekle birlikte numaralandırma yapılmadan alfabetik olarak sıralanmış. Okurken keşke numaralı olsaymış dedim doğrusu.
Bir de şunu söylemeden edemeyeceğim, gerek Abdullah ağabeyin kendi başından geçenler gerekse anlattığı kişilerin hikayeleri “keşke daha çok yazsaymış” dedirtti. Okudukça okuyasım geldi, her bölümün sonunda bir sonraki bölümdeki hikayeyi daha büyük bir merakla okudum. Açıkçası doyamadım. Umarım bir sonraki kitabında Abdullah ağabey daha da detaylı yazar, biz de okurken kaybolup gideriz uzak diyarlara…
Velhasıl Abdullah Kibritçi ağabeyin yazdığı bu kitabı yola çıkmaya hazırlanan veya yola çıkma hayali kuran herkes muhakkak okumalı…
Not: Yukarıdaki fotoğraf Abdullah ağabeyin bir çöl macerasından…
İkinci Not: Kitap yayınlandığı sırada Abdullah ağabeyin yine bir yolculukta olduğunu ve günler sonra kitabının çıktığından haberi olduğunu biliyor muydunuz?
Kitaptan tadımlık olarak ilk kısmı paylaşmak istiyorum:
BUNLAR SANA VERDİĞİM SON YİYECEKLER
Her şeyi en baştan anlatmak istiyorum. 16 yaşında ve henüz lisedeydim. Tatili fırsat bilip dedemi ziyarete gitmiştim. Niyetim dedemle birkaç gün vakit geçirmek ve işlerinde onlara yardım etmekti. Ancak iki gün sonra, tam olarak 6 Nisan gecesi, talihsiz bir olay oldu. Radyolardan dinlediğimize göre Devlet Başkanı’nın uçağı düşürülmüştü. Gün ağarana kadar bu olayın nereye varacağını anlamadık. Ancak ertesi gün bütün radyolar daha önce hazırladıkları sloganları yayınlamaya başladılar. Radyo frekansları yıllardır birikmiş kinle kan kusuyor, kanallarda şiddetli nutuklar atılıyor, vahşetin sesi tüm evlere ulaşıyordu. Komşularımıza bizi öldürmeleri için çağrılar yapılıyordu. Ülke karışmaya başlamıştı. Herkes radyolarının başında olan biteni takip etmeye çalışıyor ve giderek şiddetin ayak sesleri radyolardan sokağa taşınıyordu. Sokağımızdan, mahallemizden çatışma sesleri gelmeye başlamıştı. Korkuyordum ama ne yapacağımı da bilemiyordum. Eve korku ve çaresizlik çökmüştü. Dedemin ve ninemin yüzünde neler olacağını bilen insanlara özgü sakinlik ve hayal kırıklığı vardı. O gün ninemin bana süt ve biraz patates verdiğini hatırlıyorum. “Bunlar sana verdiğim son yiyecekler” demişti. Onlar bana verdiği son yiyeceklerdi.
Yaklaşan seslerin tedirginliği ile dışarı çıktığımda bazı evlerin yandığını gördüm. Evleri ateş sarmış, duman her yeri kaplamıştı. Olaylara zannettiğimizden daha yakındık. O an dumanların arasından evimize doğru koşan insanlar gördüm. Ellerinde palalar vardı, çıldırmış gibiydiler. Yapabildiğim tek şey bütün gücümle haykırmak oldu. Korkuyla “Bizi öldürmeye geliyorlar!” diye bağırdım ve koşmaya başladım. Evde dedem, ninem ve iki kuzenim vardı. Onlar kaçamadılar. Artık eve dönmem mümkün değildi. Durmadan koştum. Bir süre sonra benim gibi koşan onlarca insan olduğunu fark ettim. Kışkırtıcı radyo yayınları işe yaramış, Hutular biz Tutsilere karşı topyekûn katliama girişmişlerdi. Her yerdeydiler. Bütün sokaklardan dumanlar ve feryatlar yükseliyordu. Ellerinde palalarla evlere giriyor kadın çocuk ayırmadan herkesi öldürüyorlardı.
Masamıza biri yaklaşınca Osman anlatmaya ara verdi. Başkalarının yanında başından geçenleri anlatmaktan çekiniyordu. Ruanda’da bir otelin bahçesinde oturmuş yirmi dört yıl önce soykırımı yaşayan birinden hikâyesini dinliyordum. Dinlerken hikâyenin içine giriyor, radyolardan yayılan katliam propagandasını duyabiliyordum. Anıları öylesine canlıydı ki hayretimi gizleyemedim. O da bana yaşadıklarının hala rüyalarına girdiğini ve bazı anları hiç unutamadığını söyledi. Her şeyi uzun uzun anlatmaya niyetliydi. Serin bir Afrika akşamıydı ve iftar yemeğinden kalan salatalar hala masanın üzerinde duruyordu. Masamıza katılan misafirler gittikten sonra Osman anlatmaya devam etti.
Katliamdan kaçmayı başaran Tutsiler küçük gruplar halinde bir tepede toplanmaya başladı. Ormana yakın tepede bir kilise vardı. İnsanlar kiliseye ve etrafına sığınmışlardı. Ben de kendimi onlarla beraber burada saklanırken buldum. O bölge sığınağımız olmuştu. Saatler sonra kadın erkek çocuk binlerce kişi toplanmıştık. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Kaçıp canını kurtarabilenler her yerden akın akın geliyordu. Birkaç gün boyunca insan akını devam etti ve sonunda on beş bin kişiyi bulduk. Hepimiz sıradan insanlardık ancak bir şeyler yapmazsak öleceğimizi biliyorduk. O yüzden bir araya toplanıp kendi kendimize savunma sistemi kurduk. Kadınlar taş topluyor, erkekler ise ön hatlarda nöbet tutuyordu. Kendimizi korumak için sadece taşlar ve sopalar vardı. Zaten çok geçmeden de saldırılar başladı. Hutular kalabalık ekipler halinde saldırıyor ve her saldırıda onlarca kişiyi kaybediyorduk. Onların her türlü silahı vardı, el bombaları bile vardı. Bizim ise kendimizi savunacak bir tek silahımız bile yoktu. Ve giderek daha kalabalık saldırıyorlardı. Bir kaç güne durum öyle bir hale geldi ki her gün iki yüz kişi kaybediyorduk. Aniden saldırıyor öldürebildikleri kadar insan öldürüp geri çekiliyorlardı. Her taraf ceset ve yaralı dolmuştu. Ölenleri gömecek vaktimiz ve halimiz bile yoktu.
13 Nisan günüydü. Binlerce Hutu tekrar saldırıya geçti. Artık bize tahammülleri kalmamıştı. Her gün yüzlerce kişi öldürmek yetmiyordu. Kimse kalmayana kadar hepimizi öldürmek için saldırdıkları belliydi. O gün kurduğumuz savunma hattını delmeyi başardılar. Bizden iki bin kişiyi öldürdüler. Perişan olmuştuk. Hayatta kalanların ölülerden farkı yoktu. Yine de ölmemek için savaşmak zorundaydık. Böylece her gün saldırıya uğrayarak günler geçip gitti. 3 Mayıs günü diğer günlerden farklıydı. On bin kadar Hutu çok güçlü bir şekilde saldırdı. Tüm erkeklerle hat oluşturduk ve sabahtan akşama kadar tepeyi korumaya çalıştık. Kadınlar ve çocuklar özellikle tepedeki Bugesera adlı kiliseye girmişti. Ve insanların çoğu kiliseye sığınırlarsa öldürülmeyeceklerini düşünüyordu. Ama işler bizim için iyi gitmiyordu. Artık bizi aşacaklarını ve kiliseye ulaşacaklarını anlamıştım. Bir noktada her şeyin bittiğini düşünerek kiliseye doğru koştum. İnsanlara buradan çıkıp kaçmalarını söyledim. Bazıları çıktı ancak çoğu kilisede kalmaya karar verdi. Aralarında akrabalarım da vardı. Onlara da söyledim ama çıkmadılar. Ne kadar çok insan olursa o kadar korunacaklarını düşündüler. Ve sonunda savunacak durumumuz kalmadı. Binlerce silahlı Hutu hattı yarıp kiliseye doğru koşmaya başladı. Artık binlerce kadın ve çocuğu koruyacak kimse yoktu. Kiliseye önce el bombaları attılar. Sonra içeri girip palalarla insanları kesmeye başladılar. Bu olaylar olurken iki yüz metre mesafede çalılıkların içindeydim. İnsanların feryatlarını ve çığlıklarını duyuyordum. O sesler bugün bile hala kulağımda. O gün yorgun düşene kadar insan öldürdüler. Orada on bin kişi vardı ve neredeyse hepsi öldü. Onlar gittikten sonra kiliseye girdik. Kilise ceset ve kanla doluydu. Bazıları ölmüş, bazıları can çekişiyor, bazıları da ağır yaralanmıştı. Hala yaşayanları dışarı çıkartıp yaralarına baktık. Kafalarında ve vücutlarında pala yarıkları vardı. Elimizden ne geliyorsa yaptık, yapraklardan ilaçlar yapıp tedavi etmeye çalıştık. Çoğu öldü, bazısı yaşadı.
Hayatta kalanlar, canını kurtarabilenler ormanın içine ve bataklığa doğru kaçtı. Bundan sonra sığınağımız yaşaması en zor yer olan bataklıklardı. Çünkü oraya ulaşmak da zordu. Hemen yanı başımızda akan nehirde cesetler yüzüyordu. Hutular başka yerlerde öldürdükleri Tutsileri nehre atıyor, nehir de onları sürükleyip uzaklara taşıyordu. Yine de insan cesetleriyle dolu nehirden su içmek zorundaydık çünkü başka su kaynağımız yoktu. Su üstünde yüzen şişmiş kararmış insan bedenlerini elimizle itekleyip oradan su alıyor böylece hayatta kalmaya çalışıyorduk. Günlerce bataklıktan çıkmadık. Ancak kurtuluş ümidi giderek tükeniyordu. Artık yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Geceleri en güvenli yerimiz olan bataklıktan çıkıp ormanda yiyecek arıyorduk. Bulduğumuz yiyecekler çok azdı ve kimseye yetmiyordu. Bazen hiçbir şey bulamıyor günü aç geçiriyorduk. Açlık ve hastalıktan ölümler başladı. Yaşlılar ve çocuklar açlığa dayanamıyor, acılar içinde ölüyorlardı. Son çare olarak geceleri köylere inmeye ve uykudayken Hutuların bahçelerinden meyve sebze veya keçi çalmaya başladık. Açlıktan ölmemek için bizi öldürmek isteyenlerin evlerine sokuluyorduk. Bunu fark ettiklerinde gece nöbet tutmaya ve köpekleri bahçelere salmaya başladılar. Köpekler havladığı zaman kaçıyorduk.
Her sabah Hutular bataklığa gelip öldürmek için bizi arıyordu. Günlerce saldırdılar ancak bataklık insan avlamak için zor bir yerdi ve hayatta kalan hala binlerce insan vardı. Bir gün helikopter sesi duyduk. Helikopterle bataklığa petrol döküp herkesi yakmaya çalıştılar. Ancak yağmur mevsimiydi, başarılı olamadılar. Bir kaç kere daha denediler ama her seferinde yağmur yağdı. Allah bizi korudu. Bataklık bizi kısmen korusa da burada yiyecek hiç bir şey yoktu. Açlığımız artık dayanılmaz hale geldi. Bir gün biraz bezelye bulmuştuk. İnsan cesetleriyle dolu bataklıktan aldığımız suyla pişirip yemek yaptık. Pişirince yemeğin rengi maviye döndü. O yemekten yedikten sonra hastalandım. Ağzıma hiç bir şey alamaz hale geldim. Artık benim de ölüm vaktim gelmişti. Ne düşünüyordum bilmiyorum ama bataklıktan bir şekilde çıkmaya karar verdim. Belki daha güzel bir yerde ölmek istiyordum, belki de içimde hala yiyecek bir şeyler bulma ümidi vardı. Artık ölmekten bile korkmuyordum. Artık hiç bir şeyden korkmuyordum. Tek başıma bataklıktaki insanlardan ayrılıp ormana girdim ve bilinçsizce yürümeye başladım. Ne yapmak istediğimden emin değildim. Üç gün boyunca hiçbir şey yemeden başıboş dolandım. Daha on altı yaşındaydım ve ölüyordum. Ve bir çocuğun görmemesi gereken her türlü vahşeti görmüştüm.
Zihnim karmakarışıktı, bedenim pes etmeye hazırdı. Ormanda bir yerde düşüp kalmışım. Sonra sesler duydum. Biraz sonra da karşımda genç bir asker belirdi. Beni öldüreceğini düşünürken kolundaki armayı gördüm. Bu FPR’ın (Ruanda Yurtsever Cephesi) işaretiydi. Bizi kurtarmaya gelmişlerdi. İlk buldukları kişi de bendim. Bana süt ve yiyecek verdiler. Yavaş yavaş kendime gelmeye başlamıştım. FPR askerleri çok kalabalıktı ve ormana yayılmışlardı. FPR daha önce Ruanda’dan sürülen veya kaçan, çoğu Uganda’da yaşayan Tutsilerden oluşan silahlı bir gruptu. Sonunda gelmişlerdi. Artık bizim için kurtuluş vaktiydi. Komutan bataklığa geri dönmemi söyledi. İnsanları toplayıp bulunduğu yere getirmemi istedi. Bana asla inanmazlar, dedim. Çıldırdığımı düşünürler. İnsanları ikna edemeyeceğimi biliyordum. Askerler bataklığa inerse de onları düşman zannederlerdi. Uzunca tartıştıktan sonra bataklıkta ailesi bulunan üç asker tespit ettiler. Onlarla birlikte gidecektim, aileler çocuklarını görünce inanacaktı. Kabul ettim ve bataklığa üç askerle döndüm. Bataklığa ulaştığımızda askerlerden ikisinin anne ve babasının öldüğünü öğrendik. Diğerinin ise sadece babası sağ kalmıştı. Adam oğlunu görünce sarıldı ve sevinçle “FPR bizi kurtarmaya geldi” diye bağırdı. Bunun biraz etkisi oldu ve bazı insanlar sevinip ümitlendiler. Bazıları ise asla inanmadılar. Defalarca yaşanan katliam ve ölüm korkusu insanları esir almıştı. Artık hiçbir şeye inanmıyorlardı. Bataklıktan bir adım bile dışarı atmıyorlardı. Bize inanan gruplarla FPR askerlerinin yanına, ormanlık alana çıktık. Orada yemek ve güven vardı. İnsanlar kurtulmuşlardı. Daha sonraki günlerde FPR askerleri bataklıktan çıkmak istemeyen, korkuyla büyülenmiş insanların yanına ulaştı. Zor kullanarak insanları bataklık alandan çıkartıp güvenli bölgelere götürdü. Geriye kalan zaten bin kişiydiler. Çocukları, eşleri, anneleri, babaları, akrabaları gözleri önünde öldürülmüş insanları, bir gün bile sekmeden ay boyunca her gün ölüm görmüş insanları kurtuluşa inandırmak zordu. Artık akılları sadece ölmemek için çalışıyordu. Ben de FPR’a katıldım ve onlarla birlikte hareket ettim. Başkent Kigali’ye ancak iki ay sonra ulaşabildim. Ailemin yaşayıp yaşamadığını merak ediyordum.
Osman biraz soluklanıp sigarasını yaktı. Saat ilerlemiş sahur vakti yaklaşmıştı. Afrika’dan beklenmeyecek bu serinlik karşısında ben de hırkamı giyip geldim. Otelin bahçesinde artık kimse kalmamıştı ancak Jean Francois Maurice’ten bir şarkı çalmaya devam ediyordu. Osman başından geçenleri anlattıkça şaşkınlığım artıyordu. Olağanüstü şeyler yaşamıştı ama karşımda normal bir insan olarak duruyordu. Günlerdir birlikte yolculuk yaptığım, Ruanda’yı bir uçtan bir uça birlikte dolaştığım adamın hikâyesini daha sonradan öğrenmek bana garip geliyordu. Her şey şoförlüğümüzü yapan Osman’ın bize soykırım müzesini gezdirmesiyle başlamıştı. Müzede soykırım olayların başlangıcından itibaren gün gün anlatılıyordu. Sırayla odaları dolaşırken sonunda kilise katliamının olduğu yere gelmiştik. Duvarda kilisenin katliamdan sonra çekilmiş fotoğrafı vardı. Osman çok sıradan bir şey söylüyormuş gibi “Katliam olduğunda ben oradaydım” dedi. Hayrete düşmüş ve hemen anlatmasını istemiştik. “Uzun hikâye, şimdi anlatamam” diyerek geçiştirmişti. Bir kaç gün sonra anlatmaya karar verdiğinde otelin bahçesinde buluşmuştuk. İşte şimdi saatlerdir konuşuyorduk. Merak ettiğim şeylerden biri de hala içinde öfke olup olmadığıydı. Acaba kendisine yapılan bu kötülükleri unutabilmiş miydi? Osman kızgınlığının hiç bir zaman geçmediğini söyledi. Katliamın her yıl dönümünde ölüm bataklığına ve binlerce kişinin öldürüldüğü kiliseye gidiyormuş, ailesiyle orada vakit geçiriyormuş. Kilisede yaşanan katliamın travması yakasını bırakmamıştı. Yine de intikam duygusu beslemediğinden ve barış içinde yaşamanın güzel olduğundan bahsetti.
Olaylar durulup Ruanda Yurtsever Cephesi başkenti ele geçirince Osman ailesini aramaya başlamış. Babasının ve dört kardeşinin öldüğünü öğrenmiş. Babası varlıklı bir adammış. Saldırganlar evlerine girdiğinde önce değerli eşyalarla ilgilenmişler. Televizyonu ve paraları alırlarken annesi kaçıp Hutu olan komşularına sığınmış. Onlar da himayelerine alıp saklamışlar. Böylece hayatta kalmayı başarmış. Osman’ın ailesinden 9, akrabalarından 49 kişi öldürülmüş. Bütün amcaları öldürüldüğü için kendisine sahip çıkan yol gösteren kimsesi kalmamış. Aslında okuyup avukat olmak istiyormuş ama mümkün olmamış, şoförlük yapmak zorunda kalmış. Osman’a daha birçok soru sordum ve usanmadan anlattı. Olay 24 yıl öncesinde geçse de, artık 40 yaşında olsa da anıları tazeydi. Hayatı film gibi olan bu adamla konuşacak daha çok şeyim vardı ancak vaktimiz tükeniyordu. Sabah erkenden tekrar yola düşecek Ruanda’ya veda edip Burundi’ye geçecektik. Burundi’de beni akıl almaz başka hikâyeler bekliyordu. Bu hayatta nasibime hikâyelerin peşine düşmek yazılmıştı.
Osman’la havalimanında görüşmek üzere sözleşip ayrıldık. Bir süre daha uyumayıp Ruanda soykırımını düşündüm. 1994 yılının Nisan ayında başlayan katliam 100 gün sürmüş ve 1 milyon insan öldürülmüştü. Aralarında fark olmayan insanlar birbirine düşman edilmişti. Böylesine hınç, bunca öfke nasıl serpilip büyümüştü? Şüphesiz bir anda olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ruanda’yı sömürgeleştiren Belçika daha 1931 yılında halkı ikiye bölmüş, kimliklere Hutu veya Tutsi yazılma zorunluluğu getirmişti. İnce burunlu olanlara Tutsi, yassı burunlu olanlara Hutu adı verilerek olmayan ırklar yaratıldı. İşe alımlar artık kimliklere göre yapılıyor, ırklardan biri kayrılırken diğeri horlanıyordu. Belçika ülkede kast sistemi uygulamaya koymuştu. İnsanlar sınıflara ayrılmış, eşitliksizlik sıradan hale gelmiş, hınç ve öfke birikmeye başlamıştı. Çatışmanın ve soykırımın temelleri böylece atılıyordu. Daha sonra ezilenler iktidara gelecek ve intikam duygusuyla işler tersine dönecekti. Böylece 1960 – 1970 yılları arasında yaklaşık 100 bin Tutsi ve karşı saldırılarda Hutular öldürüldü. Yani 1 milyon kişinin öldüğü soykırım olana kadar defalarca katliamlar yaşanmış, yarım yüzyıllık nefret birikerek büyümüştü. 94 yılına gelinirken ise aşırı görüşlü Hutular katliam için uzun hazırlıklar yapmış, eğitimli Tutsileri ve ılımlı Hutuları fişlemişlerdi. Yeterli silah olmadığı için Çin’den yüzbinlerce pala ve satır sipariş edilmiş ve halka dağıtılmıştı. Katliam başladığında insanlar satır, pala, taş ve sopalarla öldürüldüler. Ancak varlıklı olanlar mermi parasını ödeyerek daha kolay bir ölüm satın alabiliyordu. Tüm bunlar olurken ABD ve Fransa ülkedeki BM gücünü etkisizleştiriyor, Fransa kendi kontrolü altındaki bölgelerde insanların katledilmesine göz yumuyor ve bazı iddialara göre milislere eğitim vererek destekliyordu. O tarihlerde Fransa Cumhurbaşkanı olan François Mitterrand’ın Ruanda Soykırımı için şöyle dediği kayıtlara geçti: “O ülkelerde bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil”.
Sabah havalimanı yolunda Ruanda’yı son kez seyrettim. Çoğu Afrika ülkesinin aksine sokaklar caddeler temiz ve düzenliydi. İnsanlar boş durmuyor sürekli çalışıyordu. Her şeye rağmen barış sağlanmış ve hızlı bir kalkınma hamlesi yapılmıştı. Şimdilerde Afrika’nın en çok yatırım alan ve en güvenli ülkelerinden biriydi. Artık Hutu ve Tutsi kelimelerini kullanmak bile yasaktı. Osman bizi havalimanında karşıladı. Sarılıp vedalaştık. Ayrılırken bir gün tekrar görüşeceğimizi biliyordum. Belki yıllar sonra yine birlikte yardım organize etmek için, belki de Osman’ın hayatını filme çekmek için… Bir gün yine görüşeceğiz, hissediyorum.
KATMANDU’YA YOL ARKADAŞI ARANIYOR
Yazar: Abdullah Kibritçi
Yayınevi: Ketebe Yayınları
Web Sitesi: ketebe.com
ARKA KAPAK METNİ
Yaşadığımız o evden çıkmakla başlarız “başka hayatlar” görmeye. Sonra o semtten, o şehirden, o ülkeden taşmakla.
Abdullah Kibritçi’yi yola düşüren şaşkınlık işte burada filizleniyor: “Dünyada neler olup bittiğini görmeliydim.” Çocukken yaşadığı mahallenin sınırlarını aşmakla başlayan yolculuğu bugün bizleri bir kitabın satırları arasında seyahate çıkarıyor. Böylece bizim Ruandalı Osman’la, Tanzanyalı Ayşe’yle, Burundili Amani’yle, Kübalı Nurullah’la, Aziz’le, Mebruka’yla ve nicesiyle karşılaşma, hikâyelerini onların ağızlarından dinleme imkânımız oluyor.
Katmandu’ya Yol Arkadaşı Aranıyor’da Kibritçi, sekiz yıl zarfında yardım çalışmaları yapmak ve belgesel çekmek amacıyla gittiği otuz kadar ülkeden insan hikâyeleri aktarıyor okura. Kitap, hem bir öykü ritminde ilerliyor hem de bir seyyahın hususi defterini kurcalar gibi hissettiriyor. Tek bir dünya üzerinde ve aynı anda, birbirinden çok başka coğrafyalarda nasıl hayatlar yaşanıyor?
“Eminönü’nden Üsküdar vapuru kalkarken Çad çöllerinde gece vaktiydi ve ıssız çölde karşılaştığım deve çobanlarıyla yıldızlar altında uykuya hazırlanıyordum.”