Son zamanlarda Balkanlar ile alakalı kitaplara merak saldım. Balkanlar’da Kaos kitabı da bu merakla birlikte aldığım, neymiş bu bakalım diye okumaya başladığım ve elimden bırakamadığım bir kitap oldu.

1900’lerin başında bir İngiliz’in Balkanlar’daki seyahat notlarından oluşan eser, nispeten hacimli olmakla birlikte beklentimin ötesinde akıcılığa sahip. Normalde bu tarz anı/seyahat kitaplarında önsözleri en son okumayı tercih ederim. Çünkü önsözde çevirmenin/yayıncının anlatısı kitaba önyargı ile yaklaşmaya sebep olabilir. Fakat bu kitap için tam tersi geçerli, önsözü okumak lazım.

Çünkü kitabın yazarı İngiliz John Foster Fraser efendi o kadar artist, o kadar küstah, o kadar özgüveni yüksek ki, kendi kültürü, İngiliz oluşunun ötesindeki her şeye “aşağılık” nazarıyla tepeden bakıyor, hele ki Türkleri yermekten ve tabiri caizse gömmekten asla geri durmuyor.

Bu üslubun avantajı ise yazarın herhangi bir şeyi saklama gereği duymayarak ne görüp duyduysa olduğu gibi anlatması oluyor. Böylece döneme dair gerçekleri sansürsüz öğrenebiliyoruz.

Kitapta anlatılan seyahat Belgrad’dan başlayıp Üsküp’te sona eriyor ve dönemin Makedonya sorunu ekseninde ilerliyor. Yazar geçtiği şehirlere dair tarihsel, sosyal, ekonomik duruma dair doyurucu bilgileri paylaşmanın yanı sıra şahsi gözlemlerini ve değerlendirmelerini de sık sık paylaşıyor. Dönemin siyasetine dair analizleri de yerli yerinde. Adeta Balkan Savaşları’nın geleceğini o yıllarda ayan beyan söylemiş.

İngiliz küstahlığının yanı sıra yeri geldiğinde herkesin hakkını vermekten de çekinmeyen bir tarzı var. Özelliklere Türkler’e dair Avruplıların zihnindeki yanlış imgeleri eleştirerek doğrusunu söylüyor ve “artist”liği kabul edilebilir hale geliyor böylece.

Film izler gibi okuduğum, elimden bırakamadığım bu kitap son zamanlarda altını çizdiğim satırların en çok olduğu kitap oldu ayrıca. Bu yazının sonunda aldığım notları paylaştım, daha fazlası için kitabı -o döneme ve Balkanlar’a ilgi duyan herkese- okumalarını önemle tavsiye ediyorum.

John Foster Fraser'in Balkanlar'daki Seyahat Rotası
John Foster Fraser’in Balkanlar’daki Seyahat Rotası

Kitabın orjinali “Pictures from the Balkans” archive.org sitesinde yayınlanmış durumda. Buyrun:

Kitaptan bol bol aldığım notlar şöyle:

  • Peki ama kim bu Makedonyalılar? Kendilerine Makedonyalı diyen Bulgarlar ve Türkler görebilirsiniz. Rum Makedonlarla karşılaşabilirsiniz. Sırp Makedonlar da görebilirsiniz ve muhtemelen Rumen Makedonlar da. Ama Sırp, Bulgar, Rum ya da Rumen olmayan tek bir Hristiyan Makedon göremezsiniz.
  • Türklerin idaresi yeterince kötü. Fakat Makedonya’yı “kendi ülkelerini kendileri yönetsinler” diye Makedonyalı Hristiyanların ellerine teslim etmek de orayı dehşet verici bir kan gölüne dönüştürmekten öte bir netice vermeyecek. Bu hasım milletler, adeta bir toprak kıtlığından çıkmışlar. Üzücü olan, Hristiyanların Hristiyanlar üzerinde yürüttüğü bu imha savaşının dünyanın başka yerlerindeki iyi niyetli fakat cahil Hristiyanlarca bilinçsizce teşvik edilmesi.
  • Türklerin idaresindeki kötülüklere odaklananlar, buranın Müslüman ve Hristiyan ahalisi arasındaki yakınlık ve samimiyetin farkına varamayabiliyor. Gerçekten de Türklerin ve Hristiyanların mükemmel bir uyum içinde, yan yana ticaret ve alışveriş yaptığı ve iç içe yaşadıkları birçok Makedon köyünde bulundum.
  • Bulgar çeteleri, Bulgar köylerini Rum çetelerinin gazabından korumak için “ne icap ediyorsa” onu yaptıkları gerekçesiyle mazur görülmeleri gerektiğini söylerken Rum çeteleri de faaliyetlerinin sadece Rum köylerini taciz eden Bulgarlarla sınırlı olduğunu ifade ediyorlar. Her iki taraf da eylemlerini vatanseverliklerine dayandırıyor. Ortada mantıklı davranan tek bir Allah’ın kulu yok. Kendileri dışında kalan herkesi, itlaf edilmesi gereken haşerat gibi görüyorlar. Evlerin yakılması, kendilerinden olmayanların öldürülmesindeki vahşet o kadar ileri seviyede ki, Türklerin yaptıkları bunlarınınkinin yanında hafif kalır.
  • Güçlü komşular tarafından saldırıya açık, yarım düzine küçük ülke fikri masada olduğu sürece, Balkanlar’daki huzur ve asayiş problemi sonsuza kadar devam eder. Balkanlar’da kurulacak bir konfederasyon fikrinin amacı sadece savunma veya refah değildir; bu aynı zamanda Avrupa devletlerinin sık sık gördüğü kabusları da ortadan kaldıracaktır.
  • Bir milletin niteliği, kıyafet değişikliği ile değişmez. Belgrad Avrupalı gibi görünse de Sırplar hâlâ yüz yıl önceki gibi köylü zevkleri, köylü erdemleri olan köylü bir millettir; basit yaşayan, nazik, duygusal ve kalplerinde yüzyıllar süren baskı ve mücadelenin yaktığı ateş vardır. O ateşe rağmen, yaşanan vahşete karşı kör, sağır ve dilsiz olmuşlardır.
  • Balkan meselesi son derece çetrefilli. Hristiyanların tamamı Türklerden nefret ediyor. Bulgarlar, Sırplar, Rumlar birbirlerinden nefret ediyor. Bulgarlardaki rakip hizipler birbirine hançer çekmiş ve zaman zaman da o hançeri kullanmış. Padişah, Hristiyan milletlerini birbirine düşürüyor. Prens Ferdinand da aynı politikayı Bulgarların kendi içlerindeki hiziplerde uyguluyor.
  • “Ancak…” dediler bana sık sık, “Japonya gibi küçük bir ülke Rusya gibi devasa bir gücü mağlup edebiliyorsa, Bulgaristan neden Türkiye’yi mağlup edemesin? Biz de Yakındoğu’nun Japonya’sıyız!” Ülke Türkiye’yle harp etmeyi bekliyor ve arzuluyor. Türkler de bunu biliyor. Daha sonraki seyahatlerimde Türk subaylarla konuşmuştum. Türkiye’nin harbe girmek istemediğini kabul ediyorlardı. Ama bunun sebebi, Türkiye’nin mağlup olmaktan korkması değildi. Mantıkları şöyle: “Yunanlarla harp ettik ve onları yendik fakat daha sonra Girit’i kaybettik. Bulgarları da mağlup ederiz ama bu sefer de Makedonya’yı kaybederiz. Kısmet!”
  • İhtiyar bir adam bana hüzünlü hikayeler anlattı. “Ah” dedi, “Türkler yanlış şeyler yaptılar, lakin Ruslar kadar kötü şeyler yapmadılar…” “Ama…” dedim, “Türklerin defedilmesinden ve Bulgaristan’ın hürriyetine kavuşmasından memnunsundur?” “Pek de değilim…” diye cevapladı; “Türkler varken vergiler hafifti ama şimdi çok ağır. O zamanlar mallarımızı daha geniş pazarlarda, bütün Türkiye’de satardık. Artık müstakil bir ülke olduğumuz için mallarımızı içeri sokmuyorlar. Bulgaristan küçük bir ülke ve başka ülkeler bizim mallarımıza aşırı vergi koyuyorlar. Eskiden daha iyiydi belki de…”
  • Doğu ülkelerinin yol yapma hususundaki ihmalkarlığına homurdandık. Türkler muntazam yol sevmiyor. Onlar için çok zor. Kağnılarının, rastgele tutturdukları yolda gıcırdamasını tercih ediyorlar. Şuna inanıyorum ki, şayet Büyük Kuzey Yolu İngiltere’den Türkiye’ye kadar uzatılabilseydi, Türkler o yolu asla kullanmaz, yolun kenarındaki çitleri yıkıp tarlaların içinden geçen patikalar yapardı. Yapılmış yolların en iyisi olduğunu Türklerle tartışmanın faydası yok.
  • Kırklareli’nin şarabı güzel. Fakat Türkler ekseriyetle içki içmiyor. Şarabın çoğu sahile götürülüyor, Fransızlar tarafından satın alınıyor, Bordo’ya naklediliyor ve “en iyi Bordo şarabı” olarak dünyaya satılıyormuş. Bordo bilinen bir yer fakat Kırklareli değil. Pek çok ihtiyar beyefendi, dudaklarını şapırdatarak Bordo şarabı içtiklerini zannederken, aslında Kırklareli şarabı içiyor.
  • Batılı erkek ve kadınların çoğu, Türkleri iğrenç, pis mahluklar olarak görüyor. En mühim mizaçlarının şehvete düşkünlük olduğu fikrindeler. Kendi kafalarındaki Türk tasvirinden keyif alan Taşralı Avrupalılar, onları haremde zevküsefa sürmekten başka bir fikri olmayan, şehvet düşkünü, iğrenç insanlar olarak tahayyül ediyor.
  • Türkler aziz değil, ancak ortalama bir İngiliz, Amerikalı veya Fransız kadar ahlaklı. Bir Türk’ün birden fazla kadınla evli olması istisnadır. Açık saçık ve amiyane sohbetlere sebep olan, haremdeki hanımlara gelince; Hristiyan Avrupa şehirlerinin yüz karası olan rastgele cinsi münasebet düşkünlüğüne tercih edilebilir bir sistem bu. İlle de mukayese yapılması lazımsa, ortalama bir Müslüman’ın, ortalama bir Hristiyan kadar ahlaklı olduğunu hiç çekinmeden söyleyebilirim.
  • Biz Batılı Hristiyanlar, Türkiye’yi bizim bakış açımızla görmüyorlar diye Türklere sürekli hakaret etmekle hata yapıyoruz. Onların Doğulu ve zihin yapılarının bizimkinden tamamen farklı olduğunu; bizim zihin yapımızla bağdaşmadığını unutuyor veya en azından ihmal ediyoruz. Belki biz hep haklıyız, onlar hep haksız, fakat Türklerin de kendi bakış açıları var ve kasıtlı kötülükle değil, o bakış açısına göre hareket ediyorlar. Adil ve hakkaniyetli davranmak iyidir; Türklere bile… Onları Avrupalı ve Hristiyan standartlarına göre ölçerseniz noksan bulursunuz. Fakat onlar Avrupalı da değil, Hristiyan da… Onlar Türk ve her şeyden evvel Müslüman…
  • Hükumetin merkezi olan İmparatorluk Sarayı, faziletli bir idareden mahrum. Bunun sebebi, Sultan Abdulhamid’in, imparatorluğunun refahı için gayret etmemesi değil. Sultan belki de Türkiye’nin en çalışkan ve zihni karışık adamı. Onu Yıldız Köşkü’nde gördüğümde, bende dertli ve gamlı bir adam intibaı bıraktı. Sefahat düşkünlüğüyle alakalı hikayeler, mübalağalı söylentilerden ibaret. Büyük Devletler’in taleplerine kolayca boyun eğmemesi şaşırtıcı değil. Büyük Devletler’in doymak bilmediğini ve kendisine verilen diplomatik tavsiyelerin, tatbik edilmeleri halinde Türk İmparatorluğu’nu çöküşe bir adım daha yaklaştıracağını ve aç komşularından bazılarını biraz daha büyüteceğini biliyor. Bir insan onu soyup soğana çevireceğinizi biliyorsa, o insanı hüsnüniyetle ikna edemezsiniz.
  • Herhangi bir Makedon köyünün Bulgar köyü mü yoksa Rum köyü mü olduğunu anlamak çok zor. Rumca konuşan Bulgarlar, Bulgarca konuşan Rumlar var. Bulgarca konuştuğu halde Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup olan ve Rum uyruklu sayılan Bulgarlar var. Rumca konuşup, Bulgar Kilisesi’ne mensup olması sebebiyle Bulgar uyruklu olan Rumlar var. Bu kadar karışıklığa rağmen bir müddet sonra “Bu köy Rum köyüdür, şu köy Bulgar köyüdür” demek mümkün. Fakat, bu hafta Rum olduklarını söyleyenler, haftaya Bulgar olduklarına yemin edebilirler.
  • Türklerin Makedonya’daki zavallı Hristiyan köylülere yönelik katliamlarının çoğu, Türkleri kısasa teşvik edip onları kötü gösterme ve Avrupa’yı müdahaleye zorlama umuduyla, Bulgar komitacıların işlediği suikastların neticesi. Bulgarların bir kısmının son iki sene boyunca dünyanın gözleri önünde, ihtilal arzuları dizginlenmiş halde kendilerine mani olmalarından daha soğukkanlı bir hadise tarih boyunca kaydedilmemiştir. Komitacılar, insanları Müslüman gaddarlığının kurbanı haline getirip, siyasi ihtiraslarını gerçekleştirme istikametinde yol kat edebilmek için Bulgar Hristiyanların katledilmesine sebep oldu.
  • Şu acayip hale bakın… İstanbul hükumeti, Makedonya’daki Hristiyanlara çok kötü muamele ediyor. Hristiyan Bulgarlar suikastı çare addediyor. Türk Hükumeti ihtilalden bihaber veya harekete zorla katılmış olanları katlediyor. Hristiyan Avrupa, Türklerin barbarlığı karşısında dehşete kapılmış. Bulgar hareketi destekleniyor. Bulgarlar Makedonya’nın kendilerine ait olduğu fikrinde. Rumlar kendi hareketlerini başlatıyor. Rum çeteler ile Bulgar çeteler karşı karşıya gelip birbirlerini doğruyor. Türklere, sefil bir hükumete sahip olmanın, böyle şeylerin yaşanmasına sebebiyet vereceği izah edildi. Türkler isyanı bastırmak için asker gönderip bir çeteyi katlediyor ve çeteye yataklık eden köyü yakıyor. Daha sonra Türkler, Hristiyanları katlettiği için hakarete maruz kalıyor. Bunlardan daha tirajikomik bir şey var mıdır?
  • Sadece kıyafetiyle değil, mensup oldukları, Selanik’e has içtimai sınıfla da diğerlerinden ayrılan bir kadın zümresi daha var; Dönmeler… 250 sene evvel Yahudilerin içinden bir adam çıkıp Mesih olduğunu ilan etmiş. Türkler, bir mucize göstermesini emrederek adamı imtihana tabi tutmuş. Tabii böyle bir şey imkansız olduğu için, adam Mesih olmadığını kabullenmiş. Ardından bu Yahudi, Müslüman olmuş ve üzerlerinde büyük tesiri olduğu müritleri de aynısını yapmış. Türkler artık, dinini değiştiren bu adamı hakir görüyormuş. Müslüman olmalarına rağmen, Dönmelerin Müslümanlarla izdivacına müsaade edilmiyormuş ve Yahudi ırkına mensup olmalarına rağmen, hiçbir İbrani erkek veya kadın Dönmelerle münasebet kurarak kendisini küçültmüyormuş.
  • Bu, Türkiye’de ticaretin nasıl yapıldığına dair küçük bir numune. Hiç kimse makul bir fiyat söylemiyor, değerinden bağımsız, hep en yüksek fiyat söyleniyor. Cahilseniz ve o fiyatı öderseniz, orası sizin meseleniz. Kaide olarak, satıcı, kabul edeceği fiyatın iki katını söyler ve müşterinin, o fiyatın yarısını teklif edeceğini bilir. Müşteri, satıcının verdiği fiyatı düşürmek, satıcı da müşterinin teklif ettiği fiyatı yükseltmek için bolca vakit harcar. Âdet böyledir.

SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE BALKANLAR’DA KAOS

John Foster Fraser - Sultan II. Abdülhamid Döneminde Balkanlar'da Kaos

Yazar: John Foster Fraser

Yayınevi: Yeditepe Yayınevi

Web Sitesi: yeditepeyayinevi.com

Arka Kapak Metni

Osmanlı İmparatorluğu, kurulduğu 1300’lü yıllardan itibaren Anadolu’nun batısında tesis ettiği hâkimiyetini, öncelikle Rumeli topraklarını hızlı bir şekilde fethederek Balkan dağlarının doğal korumasına almış, akabinde yürüttüğü genişleme stratejisiyle 6 asır süren bir cihan devleti hâline gelmiştir. Ömrünün sonunu getiren en öldürücü darbe de bu topraklardan gelmiştir. 1912 yılındaki Balkan Savaşı ile bu coğrafyayı kaybetmiş ve ülke âdeta korumasız duruma düşmüştür. Etnik çekişmelerin, kavgaların ve çatışmaların hiç eksik olmadığı bir coğrafya olan Balkanlar’ın elimizden nasıl çıktığı sorusu bizim için çok önemlidir.

John Foster Fraser’ın elinizdeki bu kitabı, 1912 yılındaki büyük felaketten yaklaşık 10 yıl öncesini konu edinmektedir. Yazarın 1904-1905 yılları civarında yaptığı Balkan gezisinin ürünüdür. Kitabı önemli yapan unsur, Abdülhamid’in son demlerinde, bölgede nasıl bir sosyal ve siyasi atmosfer bulunduğunu doğrudan ve sansürsüz anlatmasıdır. Fraser’ın kendinden emin İngiliz küstahlığı ve özgüveni, atmosferi hiç örtmeden, gizlemeden ve yumuşatmadan aktarmasını sağlamıştır. Bu da bize, hakkında hep konuştuğumuz, Sultan II. Abdülhamid’in “Balkan siyaseti”nin nasıl tatbik edildiğine dair en net fotoğrafı verir.

Balkan Savaşı konusunda çalışanlar kadar, döneme ilgi duyan okurlar için de kitap, belki de birinci elden Türkçedeki nadir kaynaklardan biri olarak görülebilir.

Yazar Hakkında

Muhammed Tutar

bilgisayar mühendisi, bilgi güvenliği uzmanı. önce okur, sonra yazar.

Tüm yazıları göster