H.C. Seppings 1850-1937 yıllarında yaşamış bir İngiliz harp muhabiri. Yaşadığı dönemde ünlü gazeteler için muhabirlik yapmasının yanı sıra bazı yayınlar için çizimler hazırlayan bir sanatçı aynı zamanda. Birinci Dünya Savaşı’nın evvelinde Osmanlı Devleti’nin savaştığı iki büyük cephede, Trablusgarp ve Balkan Cephelerinde bulunmuş, gözlemlerini ise “Hilal Altında İki Yıl” kitabında okuyucularına aktarmış.
Kitap adı üstünde yazarın bir yıl Trablus’ta ve bir yıl da Balkan Cephesi’nde olmak üzere Osmanlı Devleti’nde geçirdiği iki seneyi anlatıyor. İlk kısımda Trablus’a İtalya’nın saldırmasıyla birlikte harp muhabiri olarak varışını ve bölgede yaşadıklarını aktarıyor. Gezip gördüğü şehirleri, Türk ve Araplardan oluşan karargahları, çatışmalarda ve İtalyanların hücumlarında neler yaşadıklarını oldukça net olarak aktarmış yazar. O kadar net ki ne gördüyse onu yazmış. Bu sebeple ilk kısmın sonlarına zor gelebildim, çünkü bir süre sonra bu anlatım tarzı aynı şeylerin anlatılıp durduğu şeklinde bir hava oluşturdu. Fakat kendimi zorlayarak kitabı okumaya devam ettim. İyi ki de etmişim.
Trablus bölümünün sonları oldukça heyecanlı geçiyor, zira yazar bölgeden ayrılarak evine dönüş yolculuğuna çıkıyor ve elbette macera dolu bir yolculuk yaşıyor. Devamında ise Balkan Savaşları kısmı başlıyor.
İkinci kısım İstanbul’da geçtiği için çok akıcı ilerliyor. Avrupa Devletleri’nin oyunu sonucu galeyana gelen Balkanların ayaklanmasıyla birlikte bir anda ortalık karışıyor. Osmanlı’ya isyan eden Bulgarlar Kırklareli’ne kadar geliyorlar ve Lüleburgaz-Çorlu civarlarında şiddetli çatışmalar gerçekleşiyor. Yazarımız bizzat bu çarpışmalara şahit olduğu gibi bazı meslektaşlarının gözlemlerini de kitabına dahil etmiş.
Özellikle Balkanlardan akın akın gelen mültecilerin içler acısı durumu çok çarpıcı. Hatta kitaptan şunu öğrendim ki o dönemler Balkanlardan hicret eden mülteciler İstanbul’a geliyorlar ve daha sonra Suriye’ye sevk ediliyorlarmış. Aradan 100 yıl geçti ve bugün tam tersi, Suriye’den hicret eden mülteciler İstanbul’a geliyorlar ve daha sonra Balkanlar üzerinden Avrupa’ya gitmek istiyorlar.
Kitabın yazarı neredeyse %100 objektiflikle olayları değerlendirmiş demek isterdim fakat İngiliz olmanın verdiği gurur satır aralarında hissediliyor. Yazarın Osmanlı’ya dair gözlemleri harikulade, çoğu zaman Avrupalılar’ın “Müslümanları” yanlış tanıdığını ifade ediyor fakat her halükarda İngiltere’nin dünya üzerindeki, özellikle Müslüman sömürgelerdeki hakimiyetini kimseye bırakmaması gerektiğinin de altını çiziyor.
Trablusgarp ve Balkan Savaşları’na dair detayları İngiliz bir gazetecinin gözünden ve Osmanlı Cephesi’nden görebilmek adına “Hilal Altında İki Yıl” önemli bir kaynak teşkil ediyor. Konuyla ilgili olan herkese önemle tavsiye ediyorum.
Kitapta dikkatimi çeken hususlar, altını çizdiğim cümleler şu şekilde:
- Bu insanların eninde sonunda düşmanlarına galebe çalabileceği hususunda insanı endişeye sevk eden, uyuşuklukları değilse bile lakayt olmaları. Fevkalade vasıflara sahipler. Allah’a itikatlarını ve gayelerine olan bağlılığı görmek hakikaten çok güzel. Fakat Tanrı’ya iman etmelerinin güzelliğinin yanı sıra aralarında barutu kuru ve kılıcı keskin tutmakta ısrarlı kimseler de görmek isterdim.
- Osmanlı ülkesini ve insanlarını tanıdıkça onların davalarına gitgide daha çok bağlandım. Yüce gönüllü bu güzel millete Avrupa’nın sert ve acımasız davranışı ruhumu öfkeyle dolduruyor. Türkler mütemadiyen yanlış tanıtılarak büyük ölçüde kötülenmekte. Avrupa devletlerinin idari mevkilerinde bulunanların hakiki Müslüman’ı tanımamış olması düşünülemez, buna rağmen dini inançları Batı’nın hakkaniyetli davranmaktan aciz ve maddiyatçı halkları tarafından aşağılanıyor. Müslümanlar, bizim de bir zamanlar teşvik ettiğimiz değerleri haiz, gösterişten uzak ve şefkat dolu bir dine sahip. Çölün çocukları olarak tabiatın yüceliği ve ciddiyetiyle daha fazla temas içindeler, dolayısıyla Tanrı’ya daha yakın yaşıyorlar. Dünyanın istikbali modern hayatın getirdiği hızla ruhu bedenden koparan şehirli insanın elinde. Acaba buna değer mi? Dürüst bir Hristiyan dostum bana “Türk’ün en hatalı tarafı işadamı olmaması” demişti. “Vaktinin çoğunu dua ederek ziyan ediyor.” Ancak Müslüman’ın utanç duymadığı tek şey dinidir.
- Dünyanın hiçbir ülkesinde yüksek mevki sahibi birine ulaşabilmek Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadar kolay olamaz. Bu, onların karakteri. Nezaket, şefkat ve babacanlık Türklerin herhangi bir kimseyi incitmesine mani oluyor.
- İngiltere başka hiçbir gücün Müslümanları kontrolü altına alacak tesire sahip olmasına müsaade etmemeli. Günümüzde Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu iç karartıcı görünüyor ama bu milletin yapısında sağlığını yeniden kazanma gücünün var olduğunu söyleyebilirim.
- Çekilen ıstırap Müslümanlarla Hristiyanları birbirine kenetlemişti. Kalabalığın en az üçte biri Hristiyandı. Farklı inançlardan bu insanların yardımlaşması, iki ayrı dinden halkın bir arada yaşamalarını imkansız gören teoriye oldukça ters düşüyordu.
- Tanrı’dan geldiği için aralarında yağmura beddua eden tek kişi yok. Çekilen acılar her ne olursa olsun her şeyde bir hayır vardır. İnşallah!
- İtiraf etmeliyim ki insanların bu kadar feci duruma düştüğünü daha önce hiç görmemiştim. Buna rağmen en babayiğit olanın bile yüreğini sızlatacak bu şartlar altında ne şikayet ediyorlar ne de ümitsizliğe kapılıyorlardı. Onlara canlılık veren, bütün bu yaşadıklarını “kısmet” diye kabul etmeleri ve bunun dayanağı olan inançlarıydı.
- Anneler ölü bebeklerini biri gömer ümidiyle trenden atıyorlardı. Yerlerini anında başkaları kapacağı için hiç kimsenin inmeye cesareti yoktu. Açıkta geceleyen muazzam mülteci kalabalığı yeniden bitkin perişan yollara düşmüştü. İnsanı derinden duygulandıran bu vakarlı manzara bir milletin hicretiydi.
- Harbin korkunç dehşetine şahit oldukça riyakarlıkla reform aldatmacasına sığınan açgözlülük ve bencilliğin neticesi olan felaketi görmek canımı acıtıyordu. Reformlara ihtiyaç olabilir ancak diğer değişiklikler gibi onların da boy atıp gelişmesine imkan tanımak lazım.
- Şaşırtıcı ama Osmanlı İmparatorluğu’nun zafiyeti aynı zamanda onun gücüdür. Bu milleti ayağa kaldıran gayret ve ruh gerçekten olağanüstü. İslam dünyasının düsturu olan “kısmet”, Düvel-i Muazzama’nın mükemmel teçhizatlı ordularına getirdikleri en sistematik metot ve düzenden çok daha faydalı.
- Mülteci kalabalığı yüzünden ilk beş mili çok yavaş katettik. Bu insanlar günlerdir İstanbul’a yığılmış olan mültecilerin Suriye’ye sevkini bekliyormuş.
- [İstanbul Hakkında] Denize uzanan yedi alçak tepeli bir kara parçası üzerinde kurulmuş bu başşehir kuzeyde Haliç, doğuda Boğaziçi ve güneyde Marmara Denizi’yle çevirili. Haliç’in kuzeyinde Galata, Beyoğlu, Tophane ve Kasımpaşa semtleri bulunuyor. Şehrin dış mahalleri denilebilecek Üsküdar ve Kadıköy ise Boğaziçi’nin doğusuna düşen Asya kıyılarında yer almış. Haliç’in kuzeyinde körfezin daralarak girinti yaptığı, güzel vadileri çimle kaplı Kâğıthane cuma günleri Türk kadınlarının dinlenip eğlendiği en gözde yerlerden biri. Şehirde sekiz yüz cami var. Bunlardan yirmisi evvelce Hristiyan kilisesiymiş. Ayrıca bir Bulgar, bir de Rum katedrali bulunuyor.
- Mecburi askerliğin Osmanlı İmparatorluğu’nda 1880’den beri tatbik edildiği pek bilinmez. Bu hizmet yirmi ila kırk yaşları arasındakiler tarafından yapılmaktadır. Ordu yedi kolorduya bölünmüştür. Harp zamanı, şimdiki gibi, ülke bir milyon kişiyi silah altına alabilecek durumda.
- Türk’ü birkaç kelimeyle tanıtmak gerekirse onun için cesaret sahibi, egoist olmayan, misafirperver, cömert, dinine bağlı, nazik ve yardımsever biri diyebilirim. Türk aynı zamanda kelimenin tam manasıyla bir beyefendidir. Ne yazık ki bütün bu üstün vasıfları yüzünden fazlasıyla istismar edilmiştir.
- Jön Türkler de, daha eski kafalılar da kahve sohbetlerinde şu ya da bu sistemin meziyetleri veya kusurları üzerine çene yoruyor, ne var ki iki grup da kendi içlerinde bile fikir birliği sağlamaktan uzak görünüyor. Siyasi meselelerdeki görüşlerine geniş bakış açısından ve derinlikten çok, dar görüşlülük ve ileriyi görememe durumu hakim.
Not: Kitabın İngilizce orjinal baskısını şuradan okuyabilirsiniz: https://archive.org
TRABLUSGARP VE BALKAN SAVAŞLARINDA HİLAL ALTINDA İKİ YIL
Yazar: H.C. Seppings-Wright
Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları
Web Sitesi: iskultur.com.tr
ARKA KAPAK METNİ
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, birbirinden binlerce kilometre uzaklıkta ve farklı iklim şartlarına sahip iki bölgede peş peşe savaşmak zorunda kalmıştı: Trablusgarp ve Balkanlar.
Yenilgilerle sonuçlanan bu iki savaşı Batı dünyası da büyük bir ilgiyle takip eder. Avrupa gazeteleri cephelerin her iki tarafındaki muhabirlerin sıcağı sıcağına yolladığı haberler, fotoğraflar ve çizimleri kısa sürede okuyucuyla buluşturur. İngiliz gazeteci H.C. Seppings-Wright da bu muhabirler arasındadır. 1911’de Trablusgarp’a Central News’un, 1912’de Balkanlar’a The Illustrated London News’un muhabiri olarak gider.
Savaşın gerçeklerini ve yaşananları Türklerin cephesinden aktaran Seppings-Wright, önce Trablusgarp’la ve Trablusgarplılarla, sonra da Türklerle kurduğu gönül bağını yazılarında açıkça ifade etmekten kaçınmaz. Muharebe alanlarında ve cephe gerilerinde yaşayarak, ayrıntılı tasvirlerle örülü gözlemlerini kaleme alır. Tasvirleri yazıyla sınırlı değildir: Fotoğraf çeker, karakalem ve suluboya resimler yapar, eskizler çizer.
Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında yaşananların teknik anlatımından çok daha fazlasını, bir İngiliz gazetecinin gözünden ve farklı bir bakış açısıyla okumak için…