Üniversiteye başladığım ilk yıl, Kemal Sayar’ın Bağdat Caddesi’ndeki ofisindeki bilgisayarlardan birine bakmak için gitmiştim. İlk defa ve şimdilik son defa orada görüşmüştüm kendisiyle. Oldukça sıcak biriydi. Ancak bir o kadar da vakur bir duruşu vardı.
Yıllar geçti, şimdi lisans hayatımın son yılında Kemal Sayar’ın ilk kez bir kitabını okudum. Kendine İyi Bak…
Ne zaman biriyle vedalaşacak olsak, kendine iyi bak deriz. Herkese iyilikler dileriz. Çok güzel. Lakin hangimiz kendimize iyi bakabiliyoruz? İyi kalabiliyor muyuz?
Kitap üç bölümden oluşuyor:
- Bölüm – Kaybolmuş Güzelliğin Peşinde
- Bölüm – Bizim Hikâyemiz
- Bölüm – Hikmet Aynasında Tıp
İlk bölümler oldukça ruha işliyor. Rahatlatıyor cidden. Son bölümün başı biraz tıbbi literatüre aşina olmayı gerektirse de Kemal Sayar bu bölümde Kanada’dan, Hindistan’dan ve Kırım’dan manzaralar sunuyor. Kendi alanı çerçevesinde gözlemlerini aktarıyor.
Kitabı okurken Kemal Sayar’ın ne kadar dolu, kendini yetiştirmiş olduğunu hissedebiliyorsunuz. Hem böylesine yetişmiş hem de inançlı büyüklerimizin olması bizim için çok büyük bir nimet. Her zaman örnek alabileceğimiz “üstad”lar olarak önümüzde duruyorlar. Allah onlardan razı olsun…
Kafesteki Adam
Bir akşam sarayın bir penceresinden sokakta akıp giden kalabalığı seyreden bir kralın gözüne, o kalabalığın içinden bir adam takılmış. Sıradan bir insanmış bu. O akşam vakti, evine yürümekteymiş. Tıpkı, yıllardan beri haftada beş akşam yaptığı gibi… Kral, adamın evine vardığında yapacaklarını tahayyül etmiş: hanımı ve çocuklarıyla merhabalaşmak, hal hatır sormak, yemeğini yemek, televizyon seyretmek veya birşeyler okumak, uyumak, sonra da, ertesi sabah her zamanki saatinde uyanıp yine işe doğru yola koyulmak.
Birden bir merak sarmış kralı: “Hayvanat bahçesindeki hayvanlar gibi, bu adamı da bir kafese kapatsak acaba ne olur?”
Ertesi gün hemen ruhbilimcisini çağırıp ona bu düşüncesinden söz açmış ve kendisini bu deneyin gözlemini yapmaya çağırmış. Ruhbilimci bunun imkânsız olduğunu söyleyip itiraz edecek olduysa da, kral, Cengiz Han’dan Hitler’e kadar pek çok totaliter liderin bunu yaptığını ve şimdi bu durumu bilimsel açıdan incelemenin hiçbir mahzuru bulunmadığını söyleyerek kestirip atmış. “Üstelik” demiş kral, “bu iş için külliyetli miktarda para ayırdım. Bu para heba olsun istemem.”
Aslında, ruhbilimci de bir insanın kafese kapatıldığında ne gibi davranışlar gösterebileceğini için için merak ediyormuş zaten.
Ertesi gün kral hayvanat bahçesinden kafes getirilmesini emretmiş. Kafes sarayın iç avlusuna yerleştirilmiş ve kralın gözüne kestirdiği o sıradan adam derdest edilerek kafese konulmuş. Ruhbilimci de adamı gözlemlemek için kafesin kenarında bir yere ilişmiş. Adam önceleri yakınmış hep. Ruhbilimciye, “Tramvayı yakalamam gerek, işe gitmeliyim, saate bak, geç kaldım!” deyip duruyormuş. İkindiye doğru, neler olup bittiğinin farkına varmış ve protestoya başlamış: “Kral bunu bana yapamaz! Bu âdil değil, kanuna aykırı!..” Sesi kuvvetli, gözleri öfke doluymuş.
“Çok iyi” diye düşünmüş ruhbilimci. “Öfke, yanlış giden şeylerle savaşmak, onu doğrudan protesto etmek isteyen insanların davranışıdır. Birisi kliniğe bu duygu içinde gelse iyi sayılır, ona yardımcı olunabilir.”
Haftanın sonraki günlerinde adam protestolarını devam ettirmiş. Kral ne zaman kafesin yanından geçse, protestolarını onun yüzüne haykırıyormuş.
Ancak, şöyle diyormuş kral: “Şuraya bak! İyi bir yatağın, bol yiyeceğin var, çalışman de gerekmiyor. Sana burada çok iyi bakıyoruz. Niye itiraz ediyorsun ki?”
Birkaç gün daha geçince adamın protestoları azalmış ve sonra bitmiş. Kafesinde sessiz duruyor ve konuşmayı reddediyormuş. Ama ruh
bilimci adamın gözlerinde bir ateş yalımı gibi parlayan nefreti görebiliyormuş. Ağzından birkaç söz çıktığında kısa ve kesin kelimelerle oluyormuş bu; kimden ve niçin nefret ettiğini bilen sakin ama kuvvetli bir sesle oluyormuş. Kral avluya çıktığında adamın gözlerinde derin bir ateş yanıyormuş.
Ruhbilimci bu derin ateşi haksızlığa uğrayan çok insanın gözlerinde gördüğünü düşünmüş: “Hâlâ iyi, içinde kavga ateşi taşıyan bir kişiye yardım edilebilir.”
Kral ne zaman avluda yürüyüşe çıksa, kafesteki adama kendisine iyi bakıldığını, bol yiyecek ve barınak verildiğini hatırlatıyormuş. Gel zaman git zaman, ruhbilimci adamın kralın sözlerine eskisi gibi öfkeyle mukabele etmediğini, bunları sessizlikle karşıladığını farketmiş. Adam kralın doğru söyleyip söylemediğini tartmak ister gibi, düşünceli bir halde, susuyormuş. Öfkenin yaktığı o derin ateş zaman içinde sönmeye yüz tutmuş.
Birkaç hafta içinde adam ruhbilimciye bir insana yiyecek ve barınak sağlanmasının ne kadar iyi olduğunu anlatmaya başlamış. İnsanın kaderine rıza göstermesi gerektiğini, kadere rızanın bilgeliğin bir parçası olduğunu söylüyormuş. Bir süre sonra da güvenlik ve kadere teslimiyet konusunda kapsamlı bir kuram geliştirmeye başlamış. Bu uzun ve çoğu kez adamın monologundan ibaret sohbetlerinde, ruhbilimci onun sesinin düzleştiğini, âdeta içinin boşaldığını hissetmiş. “Çok zor” diye düşünmüş. “Bir insan kime buğzedeceğini bilmiyorsa eğer, ona yardım etmek çok zor.”
Adam, kendisini ziyarete gelen bilim adamları heyetine şaşırtıcı bir biçimde dostâne davranmış ve onlara bu yaşam biçimini kendisinin seçtiğini, emniyetin ve gözetilip kollanmanın büyük değerler olduğunu anlatmış. “Ne garip!” diye düşünmüş ruhbilimci. “Kendi yaşam biçimini temize çıkarmak için neden bu kadar uğraşıyor ki?”
İleriki günlerde kral avluya gezmeye çıktığında adam kafesin parmaklıkları ardından ona şükran ve minnetini bildirmeye başlamış. Kral ortalıkta olmadığında ise, içine kapanık, künt ve vurdumduymaz bir hale bürünüyormuş. Parmaklıklar arasından yiyeceğini aldığında bardağı yahut tabağı yere düşürüyor, sakarlığına üzülüyormuş. Konuşması da giderek fakirleşmiş ve gözetilip kollanmanın değeri üzerine geliştirdiği felsefî kuramlar, yerlerini “Kader bu!” gibi basit ve sıklıkla yinelenen cümlelere bırakmış. Önceki testlerinde hiçbir zeka sorunu olmadığı açığa çıkan adamın bu durumu, ruhbilimciyi şaşırtmış. Neden sonra, bunun efendilerinin elini öpmeye zorlanan kölelerde sıklıkla görülen bir davranış biçimi olduğunu hatırlamış. Kendilerini besleyen ama aynı zamanda onları köleleştirmiş kişilere karşı ne isyan, ne de buğz edebilen köleler de böyle umarsız bir duruma düşerlermiş.
Kafesteki adam artık gün boyu kafesinde oturuyor, sadece güneşin hareketlerine göre pozisyonunu değiştiriyormuş. Ruhbilimci, adamın yüzünün artık belirli bir ifade taşımadığını, o yüzde gülümseyişten bir iz bulunmadığını, yüz ifadesinin tümüyle boş ve anlamsız bir hale büründüğünü farketmiş. Adam yemeğini yiyor ve ruhbilimciye en fazla birkaç kelime diyormuş. Gözleri uzak ve belirsiz bir noktaya tıkılmış gibi, bakıyor, ama etrafını görmüyormuş. Adam o basit konuşmalarında artık hiç ‘ben’ demiyormuş. Kafesi ve bir kafes içinde yaşamayı kabullenmiş. Öfkesi, nefreti, dahası içinde bulunduğu hali meşrulaştırma yolunda bir gayreti yokmuş. Zira artık aklı başında değilmiş.
Bu masalı bize Rollo May anlatıyor, Psychology and the Human Dilemma adlı eserinde.
Acaba diyorum, burada adamın yerine bir milleti koysak, bu kıssadan bir hisse devşirmek mümkün olur mu? Kafese konmuş bir millet de, tarihsel süreç içerisinde benzeri tepkileri verir mi?
Ne dersiniz: Bu masaldan asrî zamanlara uygun bir mesel çıkar mı?
KENDİNE İYİ BAK
Yazar: Kemal Sayar
Yayınevi: Timaş Yayınları
Web Sitesi: timas.com.tr
ARKA KAPAK METNİ
“Şöyle bir bakın etrafınıza: İnsan ilişkilerinde bir kirlenme, ruh dünyamıza sinmiş bir çirkinleşme yok mu? Hayatın pek çok alanında, güzelliğin izini sürmek dururken, çirkinliğe mağlup olmuyor muyuz? Dikkatlerimizi güzel olanı seçip ayıklamak yerine çirkin olanı teşhire yöneltmiyor muyuz? Çirkinliği konuşmaya ve yaşamaya ayırdığımız saatler arasında, güzellikle dolu nların bir hükmü, sahiciliği ve heyecanı kaldı mı?”
***
“İnanmak güzelliği görmeyi, güzellikle hemhal olmayı mümkün kılmıyorsa, ortada önemli bir sorun var demektir. İnandığını söyleyen insanlar hâlâ ‘Tanrı’nın sözlerini işitme kıtlığı’ çekiyorlarsa, bu sorunu iyi teşhis etmek gerekir.”
***
“Aslolan güzelliktir ve kâinatı temaşa eden kişi şerrin hayra, çirkinliğin de güzelliğe inkılâp edebileceğini fark eder. Ki insana verilen görev, bozulmuş olanı onarmak, yıkılmış olanı yerine koymaktır.”