Çoğu kitap kapak tasarımıyla dikkat çeker. Bazıları yazarıyla, bazıları da yayıneviyle. Kitabın başlığı da okuyucuyu etkileyebilir kimi zaman. Ya da arka kapak yazısı… Kitaba dair fikir vermenin yanı sıra okuyucunun kapılacağı bir sır perdesi vardır bütün kitaplarda. İşkodra’da Savaş kitabında hangisi var acaba?
Açıkçası bu kitabı elime alırken ne kapağı, ne yazarı, ne yayınevi ne de başka bir şey ilgimi çektiği için almadım. Çoğu kitabımı bir amaçla, bir şey dikkatimi çektiği için almışımdır. Nadiren de olsa İşkodra’da Savaş kitabında olduğu gibi sebepsiz yere kitaplığımda yer edinmiş kitaplar da olmuştur. Ne ilginçtir ki bu şekilde elime aldığım kitaplar genelde olağanüstü çıkıyorlar.
Klasik bir savaş muhabirinin İşkodra civarında geçen bir savaşa dair gözlemlerini okuyacağımı sanmıştım. Ne zamanın savaşı olduğunu da bilmeden üstelik. Muhtemelen sıkıcı bir kitap olsa gerek, yine de şansımı deneyeceğim.
Tam isabet! Daha ilk sayfalardan boğuluyor gibiyim. Ön yargımı kırmalı mıyım yoksa pes mi etmeliyim, bilemiyorum. Yine de kendimi zorluyorum, zira daha çok kısa bir zaman önce Kotor’u, Budva’yı, Podgoriça’yı, Tuzi’yi ve İşkodra’yı dünya gözüyle görmüştüm. Fi tarihindeki İşkodra Savaşı’na dair okumaya değer bir şeyler mutlaka olmalı.
Bazı parçaları birleştirerek dayanmaya karar veriyorum. Mesela kitabın yazarı gibi. Aslında yazarları demek doğru olur ama öyle bir yazmışlar ki ömür boyu, tek bir yazar kimliğinde bütünleşmişler. Bu ilginç durum, kitabın üslubunun güzelliğiyle bir araya geldiğinde kesinlikle okunmayı hak ediyor.
Zaten kitabın ilk bölümlerini aştıktan sonra bırakmak da kolay olmuyor. Yazarın gözlemlerini aktarırkenki anlatış tarzı, duyguları yansıtması o kadar kaliteli ki, en başta korktuğum “klasik savaş muhabiri gözlemleri” tarzından çok uzakta. Adeta okuyucuyu da beraberinde gezdirerek ne gördüyse gördürüyor, ne duyduysa duyduruyor, ne hissettiyse hissettiriyor.
Tarihsel bilgi olarak, İşkodra Kuşatması 28 Ekim 1912 ile 23 Nisan 1913 tarihleri arasında Karadağ ile Sırbistan ittifakına karşı Osmanlı İmparatorluğu askerleri ve Arnavutluk gönüllü birlikleri tarafından yapılan savunmadır. Nihayetinde İşkodra Karadağlılara ve Sırplara çok büyük kayıplar verdirerek teslim olmuştur.
Jérome ve Jean Tharaud kardeşler ise savaş gözlemcisi gazeteciler olarak bölgeye gitmişler ve gözlemlerini bu kitapta aktarmışlardır. İzledikleri rota aşağıdaki görseldeki gibidir:
Kotor (Cattaro) – Çetine (Cetinje) – Podgoriça – Tuzi – Bar (Antivari) – Muriqan – Ülgün (Dulcigno)
Bu rotadan sonra ise bir gemiye binerek Aynaroz’a gidiyorlar ve orada Osmanlı’nın Ayranoz’u Yunanlılara teslim edişine şahitlik ediyorlar. Kitap böylece bitiyor.
Kitapta birçok dikkat çekici detayın yanı sıra yazarın şahsi fikirleri de dikkate değer diye düşünüyorum. Altı çizilmesi gereken çok daha fazla satır olmakla birlikte üç tanesini paylaşmak istedim. Sıfır beklentiyle okumaya başladığım bu eserden hatırı sayılır derecede istifade ettim. Başta İşkodra olmak üzere vatanı savunurken şehit düşmüş tüm ecdadımıza rahmetle…
Kitaptan aldığım bazı notlar şöyle:
- Karadağ’a geldiğimden bu yana ilk kez sokaklarda, kahvehanelerde, dükkanlarda, hayatın akışıyla ilgili sohbet eden erkeklere rastlıyorum. Bunlar kan ve din kardeşleriyle savaşmak üzere gönderilmesinde sakınca görülen yerli halktan, Arnavutlar veya Türkler. Ülkeni geri kalanı silah altındayken, dükkanlarında çömelmiş ya da huzur içinde küçük işlerini yapan, kendi vatanlarında sürgün hayatı yaşamakta olan bu mağluplar, savaş esiri ya da rehine görüntüsü veriyorlar. Hemen hemen hepsi, tarafsızlık simgesi olarak ceket kollarına kırmızı yünden küçük bir haç işlemişler. Bütün Müslümanların kollarındaki bu yün haç, onların küçük düşürülmelerinin görünürdeki işareti gibi ve ben, Tuzi’de ve Podgoriça’da yürekleri daraltan bir acının, onları çepeçevre sardığını ve içlerini daralttığını hissediyorum.
- Burada, bu ilkel toprakta, kardeşlik sevgisi Avrupa’nın başka hiçbir yerinde görülemeyecek kadar güçlü bir karaktere sahiptir. Bu duygu, gerektiğinde tabiata duyulan ihtiyacın bile yerini tutacak kadar gerekliymiş gibi görünüyor. Karadağ’da, kan bağı olmayan insanlarda, hatta erkeklerle kızlar arasında, her şartta ve yerde kardeşlik dayanışması yemini edilebiliyor. Buna probatim deniyor. Ve ne şekilde olursa olsun, ister kan bağıyla ister yemin yoluyla, bu duygular ebeveynlerin ölümü halinde daha da güçleniyor.
- … bu zarif ezan, mağrur ve mütevekkil İslam’ın serzenişini ne kadar da güzel anlatıyor! Diyor ki: “Ben istirahatim, rüyayım, derin düşünceyim, alçak gönüllülüğüm, bilgeliğim, ben geniş alanlarım, İran’ın gülleriyim, kumdaki bahçelerim, avlulardaki selvilerim: Ben ölümdeki hayatım. Beni yok etmek için ölüm makineleri icat edin! Dünyanın size ait küçük köşesinde yenildiysem de başka yerde çiçek açarım, kalabalık Çin’de, alev alev yanan Hindistan’da ve kara Afrika’da. Sizin dinleriniz ancak sislerin içinde serpilir. Benim yaşadığım yer güneşin var olduğu yerdir ve siz ne suyu, ne palmiyeleri, ne gül ağacının çiçeğini ne de servinin gölgesini yok edebilirsiniz…”
İŞKODRA’DA SAVAŞ
Yazar: Jérome ve Jean Tharaud
Yayınevi: Bilge Yayıncılık
Web Sitesi: bilgeyayincilik.com
Arka Kapak Metni
Eserin anlatıcısı savaş gözlemcisi olan bir gazeteci. O kadar güzel bir anlatım atmosferi kuruyor ki; âdeta bir kamera netliğinde olayları izliyoruz. Günümüzden bir asır geri tutuyor kamerasını yazar. Biz onu şimdiki zamanın içinde izliyoruz. Okuyanını ise bir dönemin acılarına şahit tutuyor. Günlüklerden meydana gelen eseri okurken kendinizi savaşın içinde bulacaksınız ve bir taraf olmak zorunda olduğunuzu anlayacaksınız.
“Geçen gün Karadağlıların hücum ettikleri yamaçlara bugün, taşların hareketsizliği ve çöken akşamın sükûneti hâkim. Daha bir haftadan az zaman önce, ölümde birleşmiş ve birbirlerinin boğazlarına sarılmış cesetlerle dolu olan çukurların yer aldığı bu huzur dolu tepeden gözlerimi ayıramıyorum.
Orada üç yüz Türk katledildi. Geri kalanlar kayaların arasından ve yarıklardan kaçtılar. Canlı renkli giysileri olan küçük bir çocuk grubu, taşların arasında galip tarafın tüfek atışları arasında Touzi istikametinde kaçarken terk ettiği mühimmat ve silâhları arıyor. Küçük çocuklardan biri birçok şey arasında şekilsiz bir şey getiriyor. Bana hediye ediyor. Tamamen kan ve çamura bulanmış bir Kur’an. Refakatçim olan Karadağlı bana “Bırakın o pisliği !” diyor. Gene de birkaç kuruşa satın alıyorum. Çocuk sefil kalıntıyı bana verince elimde yaralı bir hayvan, hâlâ sıcaklığını koruyan bir kuş, ölümüne vurulmuş canlı bir düşünce tuttuğum duygusuna kapılıyorum.”