Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi’nin hatıralarını okumaya devam ediyorum. Hocaefendi hakkında ilk kitaba dair yazdıklarımda bazı detayları belirtmiştim. Bu detaylar ve ilk ciltle alakalı aldığım notları şuradan okuyabilirsiniz: İLK CİLT
Üçüncü cilt notlarımı şurada bulabilirsiniz: ÜÇÜNCÜ CİLT
Dördüncü ciltteki notlarımı ise şurada bulabilirsiniz: DÖRDÜNCÜ CİLT
Beşinci cilt notlarımı şurada bulabilirsiniz: BEŞİNCİ CİLT
İkinci ciltte Hocaefendi’nin Mısır’da tahsil gördüğü zamanlar ve Medine’ye tekrar dönüşünün ilk yıllarına dair bazı hatıralar anlatılıyor.
Burada Mustafa Sabri Efendi, İbrahim Sabri Bey, Zahidül Kevseri, Miralay Sadık Sabri Bey, Sultan Hoca, Şıh Yunus Buhari, Şıh Eyüp Efendi, Filistin Müftüsü Emin El-Hüseyni, Hasanül Benna, Seyyid Kutup, Mustafa Sadık er-Rafii, Mahmud Şakir, Eğinli Hacı Hafız Hasan Efendi ve Eğinli Şıh Mahmud Efendi başlıkları altında hem bu mübarek zâtlardan bahsediliyor, hem de Ali Ulvi Kurucu Hoca’nın bizzat yaşadığı veya anlatılanlardan duyduğu hatıralar naklediliyor.
Çoğu satırları kalbimde büyük bir hüzünle okuduğum bu hatırata dair aldığım notları aşağıda paylaşıyorum.
İstifadeli olması duasıyla…
Ali Ulvi Kurucu – Hatıralar 2 – Notlar
– O zaman içinde bir taraftan ailevi vazifeler ifa olunurken, bir taraftan da “siyasete, ticarete ve memuriyete” girmeden veya bir zümreye “tam intisap” etmeden ve “istikamet”ten ayrılmadan geçinmeye çabalayan “dindar bir yazar” olduğumuz unutulmamalıdır. (Ertuğrul Düzdağ)
– Elli yılda derlediğim ve taşınmamız sırasında yedi yüz koli tutan “meşhur” kütüphanemi, maddî zaruret sevki ile satmaya mecbur kalışımın zihnî sarsıntısı da bunların tuzu biberi oldu… (Ertuğrul Düzdağ)
– “Evlâdım, Sultan’ın parası yoktu. Yanına devlet hazinesinden birşey alıp götürmemiş, elinde bulunanları da iade edip gitmişti. Bunların iade makbuzları sonra bulundu. Halbuki birkaç mücevher alıp gitseydi, kendisi de, çocukları da hayatları boyu rahat ederlerdi. İşte Osmanlı’nın büyüklüğü budur. Ondan sonra gelenlerin sürdüğü saltanata bakılırsa, bu, daha iyi anlaşılır. Gerçi mukayese etmek bile doğru değildir ya, neyse…” (Mustafa Sabri Efendi’nin Vahdettin hakkındaki sözleri)
– “Ahmed Hamdi Topbaş ve ailesi, oğulları Nuri, Hulusi, Muammer, Musa ve Abidin Beyler; dua almış bir ailedir. Böyle, erkeği, kadını, büyüğü küçüğü Allah yolunda olan namazlı, abdestli, zekâtlı, faziletli bir aile zor bulunur. Birçok asil aileler vardır da, amelin, takvanın, İslâm terbiyesinin kesilmeden devam etmesi, ailelerde zor oluyor. Bunlarda devam ediyor… Bunlar, Avrupa’ya gitmekten çok Hicaz’a, Harem-i Şerif’e gelmeyi severler. Her sene de gelirler…” (İhsan Efendi’nin Topbaş ailesi hakkındaki sözleri.)
– “Enver ne kadar saf ise, Talât da o kadar, zekidir, şeytandır.” (Mustafa Sabri Efendi)
– “İnsanlar ne olur? Rabbanî olurlar, Rab olamazlar. İlâhî olurlar, İlâh olamazlar.” (İhsan Efendi)
– Sabri Hocamızın işaret ettiği gibi hatta Rıza Tevfik, sonraları, Yüzellilikler’den olup da sürgüne gidince, Mustafa Sabri Efendi hakkında, yarı mizahî lâflar etmişti.
– “Padişahım, ben Türk’e, Osmanlı’ya isyan etmedim. Ben zulme karşı isyan ettim. Size de vatanı dar getiren, ayrılmanıza sebep olan eşirrâya isyan ettim. Onlar bize de Müslüman dünyasını dar getirmişlerdi…” (Şerif Hüseyin)
– “Saltanat giderse, yerine bir saltanat daha bulunur. Fakat din giderse, yerine bir din daha gelemez. Benim korktuğum budur.” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesaim oldu. Fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim, orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ…” (Vahdettin’in Mustafa Kemal hakkındaki sözleri)
– “Padişahım, son söyleyeceğim söz budur: İslâmiyet’i müdafaa ve himaye edemeyecek bir iktidar, bir saltanat gitse; yerine yeni bir saltanat, bir iktidar konur. Fakat din giderse, yerine yeni bir din gelmez, padişahım! Benim korktuğum dindir…” (Mustafa Sabri Efendi)
– Türk dilinin, onu zenginleştiren eski yerleşmiş kelimelerin atılıp yerine, geçmişi olmayan, sığ, basit kelimeler konularak fakirleşmesi neticesinde, birgün gelip ilim dili olmaktan çıkarak, yerini İngilizceye bırakacağını, daha 1940’lı yıllarda söylemiş olması da çok mühim bir tespittir. (Mustafa Sabri Efendi’ye dair…)
– “İslâm dünyası, Devlet-i Aliyye denilen Osmanlı Devleti zamanında bile Türklerden bir fayda görmemişti. Bugünün laikliğini ilân etmiş, Müslüman dünyası ile alâkasını kesmiş olan Türk hükümetinden, neden ilgi bekliyorsunuz?” (Mısırlı tarihçi Muhammed Abdullah Hannan)
– “İslâm’da ceza vermekten maksat, suçlunun canını yakmak değildir. Diğerlerine, suç işleyebilecek olanlara, niyet edenlere, suç işlemeyi düşünenlere veya birgün aklına getirecek olanlara ibret göstermektir.” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Bol pirinç yetişen yerlerin insanları: Eğer pirinç insan olsaydı, son derece halim selim bir insan olurdu, derlermiş… Şükredecek nimet pek çok…”
– “Kadınlar şunu isteyip söylemeliler: Biz artık çocuk getirmeyeceğiz! Bundan sonra o işi erkekler yapsın!..” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Bir cemiyette, gayri meşru cinsî münasebetler, zina çoğalırsa, o insanlar, daha önce dedelerinde hiç görülmemiş salgın hastalıklara yakalanırlar.” (Hadisi Şerif)
– “Meğer, Avrupa Avrupa, Batı âlemi, Batı hayatı dedikleri, iffetsizlik, namussuzlukmuş!” (Mustafa Sabri Efendi)
– Bu gazete Ankara hükümetinin Yunanlılardan talepte bulunması üzerine kapanmaya mecbur kalmıştı. Mustafa Kemal Paşa ile Venizelos arasında yapılan antlaşma sırasında ileri sürülen isteklerin en başında bu gazetenin kapatılması şartı varmış. Ayrıca Sabri Efendi’nin hudut dışına çıkarılması da isteniyormuş.
– “Birkaç ay süren bu sıkıntılı zamanda, beni bir korku sardı. Atina’da ölürsem, beni nereye gömecekler? Bir şeyhülislâm, Hristiyan mezarlığına mı gömülecek? Bu birkaç ay, ömrümün en felâketli zamanı oldu. Çok evham ettim…” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Tarihte bu kadar zulme, bu kadar hıyanete uğramış bir hanedan daha var mıdır? Rus hanedanı da sürüldü ama hem paraları vardı hem de Avrupa’da asil tabaka tarafından korunup kollandılar, yine asilzade olarak yaşadılar. “Bizimkiler maddî manevî ezildiler, perişan oldular. En sufli işlere tenezzül etmek zorunda kaldılar. Yahu, kapıcılık yapanlar oldu. Canına kıyanlar oldu. Nedir bu rezâlet? Hadi yurt dışına sürdünüz. E, bu insanlar altı yüz yıllık bir devletin vârisleri… Üzerinde yaşadığınız topraklar, keyif çattığınız saraylar onlara ait… Gittikleri yerlerde, yine milletlerini temsil ediyorlar. Bari orta karar, kimseye muhtaç olmadan yaşayacak kadar bir gelir bağlansaydı. “Hiç olmazsa, onları bu hâlde görenlerin: Yahu şu Türk milleti ne hayırsız, ne kadir kıymet bilmez, ne vefasız bir milletmiş, demelerinden utanıp milletin adını lekelememek için bu kadarı yapılsaydı… Yahu, nedir bu Müslüman Türk’ün başına gelenler?” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Efendim, böyle bir kitap yazmışsınız, bastıracakmışsınız. Harp içi, herkes yokluk, sıkıntı içinde, bendeniz iki yüz adet almak isterim. Parasını da peşin verelim ki, bir faydamız olsun. Daha çok almak isterdik, ama bugünlük imkânlarımız buna elveriyor. İnşallah daha sonra yine alırız…” dedi. (Hasanül Benna’nın Mustafa Sabri Efendi’ye söyledikleri)
– “Hem ümmî olsun, okuma yazma bilmesin, hem de belâgat ve fesâhat âlimlerine, üstadlarına önderlik etsin; bu ancak İlâhî bir mevhibe, bir lütuf ile mümkün olabilir… Sen hiç mektebe, medreseye gitme, hiçbir hocanın önüne oturma; fakat ömrünü ilimle, edebiyatla geçirmiş, o yolda tüketmiş insanlar, senin ağzına baksın! Bu ancak bir peygamberin işi olabilir…” (Muhammed Abbas el-Akkad)
– “Hüseyin Cahid, bu hocanın önüne geçemezsin. Öldürün, kurtulun… Bunlar parazittir, fitnedir, ancak öldürerek bu iş hallolur. Bu hoca yenilmez…” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Mustafa Sabri Efendi hakkında söyledikleri)
– “Bir fevkalâdeliği yoktu. Yalnız baktığı kimseyi ürküten, korkutan bir bakışı vardı. Gözünü diktiği insana bir ürküntü gelirdi. Bir başkalık olarak kendisinde bunu gördüm.” (Mustafa Kemal hakkında)
– “Hece veznini ya Yunus Emre gibi veya Filozof Rıza Tevfik gibi yazmalı yahut hiç yazmamalıdır. Bunlara dikkat etmeli, bunları takip ve taklit etmeli. Hece vezni suya benzer. İçine mutlaka dane koymalıdır. Sadedir, basittir. Ancak ehlinin elinde güç ve kuvvet kazanır. Tesirli olur…” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Bu gidişle, bırakın bin senelik mâziyi, yirmi otuz sene evvel yazılmış eserler dahi anlaşılamaz hale gelecek. Güzelim Türkçemiz harap berbat olup gidecek…” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Bir de, hangi ilimde, fende kabiliyetiniz, istidadınız, aşkınız, şevkiniz varsa, onun mütehassısı olmaya gayret edin. Allâmelik zamanı geçti. Şimdi ihtisas zamanı. Her şeyi bilen insan devri değil, bir meselede mütehassıs, uzman olma devrindeyiz… Yaşlı bir insan ve hocanız olarak, bir de bunu bilhassa tavsiye ederim…” (Zahid Kevseri Hazretleri)
– “Eğer yüzde beş hakkıyla hoca yetişebiliyorsa, davayı kazandık, istediğimizi elde ettik, demektir. Bu yüzde beşin uğruna doksan beşi besleyeceğiz demektir.” (Fatih Sultan Mehmed)
– “Siyasî gevezelikler sahnesi olan Meclis’i kapattık. Şimdi okullar açalım. Gevezelik edecek politikacılar değil, insan yetiştirelim. Siyaset adamı, devlet adamı, ilim ve fikir adamları yetiştirecek mektepler açalım.” (İkinci Abdülhamid)
– Bu propaganda dediğimiz, bir canavardır. İnsanlara bâtılı hak, hakkı bâtıl olarak gösterebilir. Öyle bir âlet, bir vasıtadır. (Sadık Sabri Bey)
– Sadık Sabri Bey, Mustafa Kemal’in, daha Harbiye’de talebe iken, tatil gününde arkadaşlarıyla evlerinde oturup konuşurlarken, padişah aleyhine olan sözlerini, annesinin duyup Mustafa Kemal’i azarladığını, bunu da kendisinin gelip okulda arkadaşlarına anlattığını söylemişti.
– “Derdin büyüğü zaten burada… Bizim milletimiz dışıyla düşmana teslim olmamış, fakat ruhuyla, fikriyle, kalbiyle Garb’a esir olmuş… Esaretlerin en büyüğü, fikrî, ruhî esarettir… Düşmanınızın, ilmini, sanatını, harp usulünü, taktiğini alırsınız da onun gibi olmazsınız. Bizdeki felâket buradan başladı. İman birliğimizi kaybettik. O gidince: Türk, Türküm; Arap, Arabım, dedi. Yarın belki: Kürt, Kürdüm; Çerkes, Çerkesim; Arnavut, Arnavudum, diyecek. İslâm birliği bu yüzden perişan olacak… Osmanlı, bunların hepsine Osmanlı demiş. Yani İslâm bayrağı olan o bayrağın altında bulunan vatandaşlar, kardeştir demiş…” (Mustafa Sabri Efendi)
– “Birinci Cihan Harbi, Osmanlı Devleti’ni yıkmak, Müslümanları başsız bırakmak için, düşmanların elbirliğiyle çıkarmış olduğu bir harptir.” (Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni)
– “Said Bey, bu sözüme dikkat edin! Ben söylemiyorum, Allah söyletiyor: Türkiye, bozulma konusunda Müslüman dünyasına örnek oldu; düzelmekte de örnek olacak inşaallah!” (Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni)
– “Bu kuvvetli düşmanlarla mücadele etmek için Allah liderlerimize basiret versin. Cesaret versin. Müslümanlara da, İslâmiyet’in din ve devlet olduğu imanını versin. Henüz Müslümanlar, İslâm’ı yalnız din olarak biliyor. İslâm, hem din ve hem devlettir.” (Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni)
– “Müslüman dünyasının başına gelen Osmanlı Devleti’nin bedduasıdır. Biz Müslümanlar, bilhassa Araplar, masum ve mazlum Osmanlı Devleti’nin bedduasına uğradık. Babasının bedduasını alan bir evlât gibi… Başımıza gelen felâketler bu yüzdendir!” (Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni)
– Şıh Emcedüz Zehavî, Şıh Hasanül Benna, Ebul A’lâ el-Mevdûdî, Filistin Müftüsü ve bilhassa Ebul Hasen Nedvî, Osmanlı Devleti’nin kadr ü kıymetini bilen insanlardı. Bunlar daima, Osmanlı’nın, kıymeti bilinmeyen, mazlum bir devlet, Sultan Abdülhamid’in iftiraya uğramış masum bir padişah olduğunu söylerlerdi.
– “Ölüm olduğunu duyarız, biliriz; İlmelyakîn olur… Komşular veya bir tanıdık ölür, görürüz: Aynelyakîn olur… Sonra anamız, babamız, ailemiz, çoluğumuz çocuğumuz, çok yakınlarımız ölür: O zaman ölümü, ölümün gerçeğini ve acısını, hakkalyakîn anlarız, tadarız.” (Hasanül Benna)
– “Cereyan kuvvetli geldi. Elektrik cereyanı gibi Hazret-i Ömer’i çarptı. Hepimizde bir cereyan tesiri alma kuvveti, kabiliyeti vardır. Bazısında birkaç voltluk, bazısında yüz, beş yüz voltluktur. Kuvvetli oldu mu, yıldırım gibi çarpar atar… Gaye, Kur’an-ı Kerim’i böyle kuvvetli duygular, heyecanlar, aşklar duyacak şekilde okumak, anlamak, sevmektir…” (Hasanül Benna)
– “Müftü Efendi, Sultan Abdülhamid’i, hepimizden fazla bilen bir büyüğümüz. Onun söylediğine göre, Sultan Abdülhamid’den Kudüs mutasarrıfına, kâtib-i adle yani notere, mahkeme reisine, sık sık talimat, ferman gelirmiş ki: Sakın Yahudiler, Kudüs-i Şerif’te yer almasınlar. Onlara gayrimenkul satılmasın! Bir karış yere, bir avuç altın bile verseler, sakın satış yapılmasın… Maalesef, o büyük kahraman, akıllı sultandan sonra, gün geldi; biz maalesef Filistin’in tapusunu Yahudilere verdik. Bu acıklı günleri bizler, ne yazık ki gördük…” (Hasanül Benna)
– O Menderes ki asıldığı gün bir seçim yapılsaydı, büyük ekseriyetle yine seçimi kazanır, başbakan olurdu. İşte dinsizlerin, zalimlerin oyunları, böyle merhametsiz ve gaddarcadır. Ona göre bilmeli, tedbir alınmalıdır.
– Mehmed Akif merhumun dediği gibi, galipler, mağlupların elinden, değil yaşama, rahatça ölme hakkını bile alırlar.
– “Sanki peygamber efendimiz bugün gelmiş gibi dünyaya, hayata, baktım ki, gerek ahlâkta, gerek hayatta, gerekse ailede peygamber efendimizin düsturlarına, emirlerine riayet etmeyen cemiyetler batıyor, bozuluyor, dejenere oluyor. Batı bugün faziletsizliğinin belâsını çekiyor.” (Muhammed Kutub)
– “Ruh âleminin nur saçan ufuklarında yaptığım muhakemelerle şu neticelere vardım: Bu gençler, üniversitede kız talebelerle birlikte tahsil yapıyorlar. Belki de lüks hayat yaşayan aristokrat ailelerin çocuklarıdırlar. Bununla beraber bütün iman ve ahlâk dışı âmiller, bunların mana âlemlerine tesir edemiyor. Cemiyetin her sahasını çürüten materyalist cereyanlar, bunların semtine yaklaşırken aynen, sahillerdeki yalçın kayalara çarpan dalgalar gibi paramparça oluyor…” (er-Rafii)
– İmanın nuru ile parıldayan simasına gönül verdiğim günden beri, mukaddesatçı gençliğin, İslâm’ın ruh ve şuuruna ermesi için yıllarca civar-ı peygamberîde duâcı oldum.
– “Bir ölü gibi, millî, dinî, ruhî, fikrî, manevî, izzet ve şerefini kaybetmiş fert, millet veya devlet de, hakaretten, aşağılanmaktan, rezil ve sefil olmaktan utanmaz, acı duymaz. Allah korusun…” (Üstad Mahmud Şakir)
– “Büyük ruhların, nâmütenahî geniş, ulvî, doymak bilmeyen, hududu olmayan gaye ve emellerini temin ve tatmin hususunda, bedenler takat yetiremez, yorulurlar…” (Üstad Mahmud Şakir)
– “Efendiler, Selçuklu’yla tekâmüle başlayan ve Osmanlıyla devam eden, Türkün ilmî ve edebî san’at dili o hâle gelmiştir ki, Arapçadan ve Farsçadan zengin olmuştur, dersem; şaşmayın! Niçin? Çünkü Arapça ve Farsçada yalnız Arapça, Farsça kelimeler var. Halbuki Türkçe, bu iki lisanın en güzel, en ahenkli ve en lüzumlu kelimelerini almış; üç dilin en güzel kelimeleri ile, güzeller güzeli, ahenkli bir lisan teşkil etmiştir. Türk şairleri de bu sayede, kelime ve kafiye zenginliğine kavuşmuşlardır. Arap şairleri gibi Türk şairleri de hiç yorulmadan yüz, yüz elli beyitlik kasideler yazarlar… Divan edebiyatı, öyle güzel bir terkip ile en yüksek edebiyat şahikasına erişmiştir…” (İbrahim Sabri Bey)
– “Türkün başına gelenler, uyutmadı beni yahu! Altı yüz yıllık, muazzam bir devlet, daha muazzam bir medeniyet kurmuşken; şimdi dili gitmiş, dini gitmiş, tarihi gitmiş, takvimi gitmiş, gitmiş, gitmiş!” (Üstad Mahmud Şakir)
– Evet, üç lisanın en güzel kelimelerinden örülmüş o zengin Osmanlı Türkçesinin bugün yerinde yeller esmektedir. Bence, Müslüman Türk’ün bugün, üzerinde durup düşüneceği en hassas nokta da budur. Cihan tarihinde, geçmişinden çok kısa bir zaman içinde bu kadar kopmuş bir millet var mıdır bilmiyorum? Türkiye’de, bugünkü neslin içine düşmüş olduğu fikrî perişanlık, bence, felâketlerin en cana kıyanı olacaktır. (Yahya Hakkı Bey)
– Gerek Türkiye’den ve gerek bütün İslâm âleminden nurlu beldelere hicret edenler, ikiye ayrılırlar: Petrolden önce gelenler ve petrolden sonra gelenler…
– “Ey şair, benim hâlimi anlayan şair, derdimi soran şair, ben karalar giymeyeyim de kimler giysin? Mekke ahalisi, sevgilim Muhammed Mustafa’nın kadr ü kıymetini bilemediler. Onu gücendirdiler. O da gidip Medine’ye yerleşti. İşte ben bunun için, sevgilimden ayrı düştüğüm için karalar giyiniyorum.” (Kâbe)
– Müdür, hâfız-ı kütüpler yani kütüphane memurları, mücellidler, hizmetçiler, kuyudan su çeken, ortalığı süpüren… bütün muvazzaflar, bu maaşlarını 1934 yılına kadar almışlardı. Fakat bu yıl, Türkiye’deki bütün vakıf mallarına el koyan Cumhuriyet Halk Partisi hükümeti, böylece, memleketteki hayırlı birçok hizmeti durdurduğu gibi Medine’deki kütüphanenin gelirini de kesmişti.
– “Şu vakıf sözlerden kendinizi kurtarın. Bunlar herkesin söylediği sözler. Herkesin söylediği sözler orta malı olur. Her yerde herkese söylenmez. Herkes söyler de, herkese söylenmez. Vakıf sözler bunlar arkadaşlar!..” (Eğinli Hacı Hafız Efendi)
– “Dostun ziyaretinden rahatsız olan, dost değildir!” (Eğinli Hacı Hafız Efendi)
ALİ ULVİ KURUCU – HATIRALAR 2
Yazar: Ali Ulvi Kurucu (Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ)
Yayınevi: MED Kitap
Web Sitesi: goncayayincilik.com
ARKA KAPAK METNİ
Üstad Ali Ulvi Kurucu, Türkiyemizde ve Müslüman ülkelerde milyonların tanıdığı bir zat… Sevimli çehresi, Muhammedî güzel ahlâkı, ruhlara hitap eden millî, dinî şiirleri ve insanı manevî âlemlere alıp götüren gönül sohbetleri ile bir illim ve irfan önderi… Hayatının ilk yıllarını Konya’da geçirdikten sonra, Kahire’de El Ezher Üniversitesi’nde eğitim gören ve ömrünün geri kalanını Medine-i Münevvire’de geçiren Kurucu, 2002 yılında orada vefat etti. Ali Ulvi Kurucu’nun hatıraları hem Cumhuriyet sonrasındaki dönemde Türkiye’deki dine bakışı, hem Osmanlı’dan sonra dağılan İslam coğrafyasının durumunu, hem de önemli zatların etrafında geçen olayları aktarması bakımından önem arzediyor.
Üstad M. Ertuğrul Bey, Üstad Mehmed Âkif üzerine çeyrek asırdan fazla süren deruni ve bereketli çalışmayla birlikte pek çok güzide eserden sonra, yine yüz akı bir çalışmayı başardı.
Üstad Ertuğrul Bey ‘in usta kalemi Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun hatıralarına eklenince hatıraların gergefinde önemli ipuçları bir girizgâh gibi önümüze açılıyor.